Sunday, September 14, 2008

İnebolu - Kastamonu Atatürk ve İstiklal Yolu Yürüyüşü (25.08-31.08.2008) - 2

Tekrar merhaba,

Uzun ara için özür diliyorum. Son dönemde almış olduğum idari görevler beni gururlandırsa da hem çok yoruyor, hem de bu tür zevkle yaptığım işlere zaman bırakmıyor. Neyse gevezeliği bırakalım. Nerede kalmıştık?

6'da kalkıyor, 7'de hareket ediyoruz. Tüm malzemelerin toparlanması gerekiyor. Akşam yataklarda yatacağımız için aslında pek bir malzemeye ihtiyacımız olmadı ama bu "pek" terimi sadece az malzeme anlamına geliyor. Yoksa süreçle hiçbir bağlantısı yok. Zira, kullanacağımız nadir malzeme de çantanın alt kısımlarında kalınca mecburen çantam her yatma-kalkma sürecinde yeniden elden geçiyor. (İtiraf etmeliyim ki ilk gece bundan biraz korkmuştum. Çünkü çantadaki eşyalar çok ince dengelerle yerleştiriliyor ve en ufak bir hata çantamın yerleşmemesi anlamına geliyordu. Neyse ki, ilk gece başarıyla boşaltılmış ve ilk sabah başarıyla çanta toplamış bir kişi olarak her sabah öncekinden daha iyi ve hızlı bir süreç yaşadım.) Otobüs bizi kahvaltı edeceğimiz yere götürecek ki bir çok kişinin aslında Türkiye saatine göre yaşamadığını burada ilk kez görüyorum. Ben acemi olarak saatin 7 olduğunu, saat 7 olunca anlayabiliyorum ancak birçok kişi bunu anlayamıyor. Acemi günlerimin en hafif özelliğinin bu olduğunu burada farketseydim, ne güzeldi? En azından sinirlerimi daha az yıpratırdım? :)

Neyse, kahvaltımızı erken bitiriyor ve geniş bir grupla törenin yapılacağı yere yürüyelim istiyoruz. Deniz kenarında sabah yürüyüşü çok güzel. Tuz kokusu, sabah güneşi, hafif bir serinlik, bulutlardaki yağmur tedirginliği... Hmmm, sanırım bu etkinlikleri neden sevdiğimi anlıyorum. Bir de şiir yazabilsem çok iyi olacak. (Gerçi her Türk şair doğar, değil mi? :) )

Törenin yapılacağı Türk Ocağı'nın önüne geliyoruz. Türk Ocağı, Milli Mücadele'nin bu önemli adımının (İnebolu-Ankara İstiklal Yolu'nun) başlangıç noktası. Silahlar İstanbul'dan (ve Rusya'dan?, bunu net hatırlamıyorum?) kayıklarla, takalarla, ve belki de yüzen ne varsa, herşeyle getiriliyor. Açıkta duran bu araçlardan silahlar İnebolu halkının elinde kayık namına ne varsa yükleniyor. Yüklenen silahlar şimdiki Türk Ocağı, o zamanın Yönetim binasına taşınıyor ve Ankara'ya yola çıkmak üzere hazırlanıyor. Burada tarih dersini keselim ve günümüze dönelim... İşte bu bina, yıllarca kötü bakılıyor, önemsenmiyor. Yıllar sonra sonunda birisinin aklına bu binanın metruk bırakılmasının, tarihimize ve bu mucizeyi yaratanlara saygısızlık olacağı geliyor ve bina harabe halinden kurtarılarak "Türk Ocağı" adıyla müze ve konferans salonu haline getiriliyor. Tabi, o günlerde deniz kenarında olup da teknelerden alınan silahların depolandığı bu bina, önünden geçen yol ve gezi yolu nedeniyle denizden uzaklaşmış. Ancak, restorasyon konusunda çalışanlar bu ince ayrıntıyı gözardı etmiyorlar ve binanın önüne bağlı gemileri de yerleştiriyorlar... Binayı inceliyor, birlikte çekilen fotoğraflara katılıyoruz. Sonrasında İsmail abiyle birlikte İnebolu çarşısına bir bakalım istiyoruz, içeriye yürüyoruz. Çarşıdaki insanlar bize garip bakıyorlar :) Sanıyorum, daha önce çılgın görmemişler :) Atalarının resimlerine de mi bakmamışlar? Pil almak için durduğumuz fotoğraf stüdyosundaki beyler bize biraz inanıyorlar, iyi şanslar diliyorlar. Koskoca İnebolu'da bize samimi davranan (bakkal hanımdan sonra) ikinci grupla karşılaşıyoruz. Ne saadet, ne saadet... :( Geriye dönüyoruz. Yeni açılmış olan Türk Ocağı'nda görevli bir bayan bize tarihi anlatacak diyorlar, koşar adım salona giriyoruz.

09:10 itibariyle bayan konuşmaya başlıyor. Salon, Sivas kongresinin, Meclis'in ilk binasının belgesellerde gösterdiği gibi. Tahta, yüksek, gösterişsiz bir sahne. Aşağıda kalan seyirci alanı tahta, minderli koltuğumsu sandalyelerden oluşuyor. Teatral bir bayan çıkıyor sahneye. Sanırım oranın yöneticisi ve sahne sevgisi inanılmaz. Kişisel olarak abartılı söylemleri çok sevmesem de, bilgi anlamında eksikliğim olduğundan dinlemem gerekiyor. Oturup bayanı dinlemeye başlıyoruz, bize İnebolu'nun konumuzdaki yerini ve önemini anlatıyor:

Kurtuluş Savaşı'nın önemli noktalarından birisi daha önce bahsettiğim gibi İstanbul'dan gemilerle taşınan silahlar ve bu silahların İnebolu üzerinden Ankara'ya ve oradan yurda dağıtılması. Bunu farkeden işgal kuvvetleri 2 Yunan gemisi'ni İnebolu'dan geçen bu yolu durdurmaya gönderiyorlar. (Doğru yazabileceğimi zannetmiyorum ama) Kılkış ve Panter gemileri İnebolu açıklarına geldiğinde İnebolu'ya yeni gelmiş olan silahlar ana depolarda limanda duruyor. Aynı zamanda bayram arifesi olan günde, gemi komutanı İnebolu'ya haber gönderiyor, silahları ve tam itaat istiyor. O dönemki İnebolu yöneticisi, bu anlaşmayı kabul etmiyor ve her ne pahasına olursa olsun silahları koruyacaklarını bildiriyor. Sabaha kadar süre veren gemi habercileri, İnebolu'dan ayrılırken, İnebolu halkı depolardaki silahları dağlara kaçırmaya başlıyor. Ertesi sabaha kadar kurtarılan silahlarla birlikte bayramın ilk gününde sabah namazına katılıyor İnebolu halkı. Sabah namazını müteakiben ağır bir topçu atışı başlıyor ve liman, depolar ve birçok ev yıkılırken bunlarla birlikte depolardan kaçırılamayan az miktarda silah ile halktan kaçamayanlar da kaybediliyor. İnebolu'ya ağır zarar veren gemiler ayrılırken, halk yaralarını sarıyor. Bu saldırıyı haber alan Mustafa Kemal, İnebolu'ya taziyelerini ve yapılan kahramanlığa övgülerini yolluyor. Bununla birlikte oluşan zararın tamiri için bir miktar para da tahsis ediliyor. Bu noktada İnebolu halkı, kahramanlığını taçlandıracak hamleyi yapıyor ve gönderilen yardımı, yardıma Kurtuluş Savaşı'nda daha çok ihtiyacımız olduğunu söyleyerek nazikçe reddediyor. En kısa sürede yaralarını saran İnebolu, limanını yeniden ayağa kaldırarak, en kısa süre içerisinde yeniden silah taşır hale geliyor. Bunları öğrenen Mustafa Kemal ATATÜRK, İnebolu halkını unutmuyor.

Atatürk, Kurtuluş'un ardından Kastamonu'ya geliyor ve ilk kez şapkayı halka tanıtıyor ve halka hitabediyor. Konuşması sırasında Kastamonu'ya gelen İnebolu heyeti Ata'ya İnebolu'yu hatırlatıyor ve ziyaretlerini rica ediyor. İnebolu halkına olan minnetini gösterme fırsatını bulan Ata'mız da daveti memnuniyetle kabul ediyor. İnebolu'ya geldiğinde bir gün önce Kastamonu'da tanıttığı serpuşu (şapkayı) halkın başında gören ve konuşma yapmak için limandaki binaya (şimdiki Türk Ocağı) geldiğinde konuşmasını dinlemek için gelen halkın eşleri ile geldiğini gören Mustafa Kemal çok mutlu oluyor ve devrimler için Türk halkına güvenebileceğine inancı artıyor. İnebolu halkına burada da teşekkürünü, minnetini açıklayan Ata'mız sonrasında Kurtuluş Savaşın'daki yararlılıklarını da gözönüne alarak yeni Türkiye'nin ilk ve tek İstiklal Madalya'lı şehri olarak İnebolu'yu ilan ediyor.

Sanırım bu kadar tarih dersi yeter :) Umarım sıkılmadınız. Bunları dinleyerek işimizin ciddiyetini biraz daha anlıyoruz. 09:40'da tören için çıkıyoruz. Hafiften yağmur çiseliyor. Tören yapıyorlar. (yapıyorlar, çünkü bizim tören ile pek ilgimiz yok :) Yağmurda hafiften başlıyor, biz artık yürümek istiyoruz. Bırakın, yürüyelim değil mi ya?) İnebolu'nun içinden yürümeye başlıyoruz. Sanırım pek de haberi yok, İnebolu'nun. Kendi kendimize yürüyoruz :)

10:40'da ilk molamızı veriyoruz, 11:45'de ikinci ve uzun molamızı veriyoruz. Bu uzun molada bizi beklemeyen (ve nedense görünce de şaşkınlıktan satış yapmayı unutan :) ) köylü amcanın elindeki malı tüketiyoruz :) Bu dinlenmeye doğru ilk çatlak sesler başladı aslında. Bu yürüyüşü 30Ağustos'tan önce bitirebileceğini sanan bir grup ve İnebolu'ya tatile geldiğini zannedenler arasında gidip geliyoruz. (Tabi sessiz de olsa çoğunluk ne yapacağını biliyor ama neden çoğunluk da sessiz? Ayrıca Türkiye'nin aydınlık yüzü içinde bulunduğunu düşünen bu insanlar bile tartışamıyorsa? Ucuz populizme gerek yok diyorum, devam ediyorum yürümeye...) Geçtiğimiz yerlerde mükemmel ağaç ve meyve kokuları var. Buralara hep gelinmeli sanki. İnsan diyor ki, her yıl gelip şu 15-20 km'lik ilk günü bir daha yürümeli? Bu arada itiraf etmek lazım, yol boyunca çekirge sürüsü gibiyiz. Doğa, burada ona zarar vermediğimizden belki de, insanlığa cömertce teşekkür ediyor. Burada anlıyorum ki, doğa biraz salak galiba? E, zaten bizim yapmamız gereken onunla birlikte yaşamak, ona karşı yaşamak değil. Bunu yaptığımız için bir de bize teşekkür ediyor? Veya biz çok akıllandık? (belki de gereğinden fazla akıllandık???) Neyse, yol boyunca inanılmaz (özellikle benim gibi bir şehir çocuğu için kesinlikle inanılmaz) meyve kokuları, ağaç kokuları, yağmur, toprak kokusu; hepsi birbirine karışıyor. Büyülenmiş gibi, insan daha da çok yürümek, bu sihrin içinde kaybolmak istiyor. Herkes bu kaybolmuşluğun içinde Hansel ve Gretel öyküsündeki gibi kendisini meyvelere atıyor, böğürtlenler, erikler, hatta elma, şeftali, ve benim ismini bilmediğim birçok meyveyi midesine indiriyor. (Ben ilk etapta yiyemiyorum, beni tanıyanlar anlamıştır nedenini. Hadi orada, istemiyorum dedim de, birtek Hatice ablaya itiraf etmiştim: Ellerim yapış yapış sevmiyorum, o yüzden meyvelerle uğraşamıyorum :) Sağolsun, Hatice abla da zorla bana da meyvelerden topluyor :) Sanırım, birara büyüsem iyi olacak :) )

12:40'da bir mola daha veriyoruz. Hatta zorunlu bir mola sayılır. Köylüler oradan geçeceğimizi öğrenmişler, geçeceğimiz yola soğuk su indirmişler. :) Sanırım Ata'mız halkına inanmakla hata etmemiş olabilir. Muhteşem kekik kokuları arasında bir mola veriyoruz, 20 dakika sürüyor. Belki de yürüyüşümüzden haberdar olan (Jandarma ve polis dışında :) ) ve bize değer veren ilk kişiler olan köylülere selam edip, yola devam ediyoruz.

Çok da uzaklaşmadan tepede, tüm rüzgarı alabileceğimiz, terimizi üzerimizde soğutabileceğimiz :) belki de yol boyunca denk gelebileceğimiz tek yerde molamızı veriyoruz :) Hediye öğle yemeğimiz Tavuklu sandviç, Ayran ve Çekme Helva. Sandviçin ve helvanın çok güzel olduğunu ama ayranın mükemmel olduğunu yazmazsam haksızlık etmiş olurum. 45 dakikalık bir aradan sonra yürüyüşe devam ediyoruz. 15:30'da verdiğimiz moladan sonra bundan sonra sürekli karşılaşmayı beklemediğimiz asfalt yol kabusumuzla ilk kez karşılaşıyoruz. 16:30'a kadar asfalttan yürüyüş var. Burada Molamızı veriyoruz ki, İnebolu'dan 20km uzaklaşmışız bile. :)

Bundan sonra orman içlerinden, ağaç altlarından, köy yollarından yani mükemmel yollardan yürüyüşümüze devam ediyoruz. Aslında asıl akşam molasını vermemiz gereken yere varıyoruz. Ancak mola alanında bir sorun olduğu için ertesi sabah su molası vermemiz gereken bir noktaya taşınmış kamp. Yani bu önümüzde 45 dakikaya yakın bir zaman var demek. Aslında çok güzel bir yürüyüş yoluna başlıyoruz. Ama tüm günün yorgunluğu üzerimizde. Yol ne kadar güzel olsa da çoğu kişi bunun zevkini çıkaracak durumda değil ne yazıkki. Ben de Ender abi'ye musallat olmaya karar veriyorum. Sonuçta zor bir yol olacağına göre biraz konuşmam lazım değil mi? :) Sağolsun, bana hiç kızmıyor, ki kızacak bir hali de yok zaten, kamp alanına birlikte varıyoruz. :) 18:50 itibariyle kamp alanına varıyoruz.

Burada aslında çok anlatacak şey var. Hayatımda ilk kez kamp çadırı kuracağım. Hafif, mahallemsi bir yapı görünce, Tansu hanımlarla komşu, Bilgi hanımlarla karşılıklı bir boş nokta bulunca çadırın kurumu çalışmalarını başlatıyorum. Tanımlama biraz uzun biliyorum ama yaptığım işlemde aslında bu. Yani aslında çadırı kurmaya çalışacağımı etrafa duyuruyor, toplarken hata yapmamak için herşeyi kafama kaydederek paketleri açıyorum. İşlem bu kadar uzun sürünce, kendi çadırını bırakıp Bilgi hanım bana yardıma geliyor. Sanırım beceriksiz olduğumu dışarıdan görenler bile anlıyor... :) Çadır ve tüm malzemem 20 dakika içerisinde hazır. Çantamı yanıma yatırıyorum, eşyaları yarın yükleyeceğimi düşünerek çok dikkatli boşaltıyorum. Kullanacağımı tahmin ettiğim herşeyi düzenliyorum, hava kararmadan, karanlığa da hazırım hatta... Akşam yemeğimiz mükemmel; Mangalda, kanat ve köfte ile salata, karpuz ve fanta. Bize mükemmel bir sofra sunuyorlar. Aslında bu mükemmel sofranın bir de eksiği varmış. Bu eksiği sağolsunlar Ferah hanımlar kapatıyor. Şahin ağamızın çadırı önünde güzel bir konser. Mustafa abi, Ferah abla, Ender abi, Şahin agamız ve Onursal agamız (hocamız):) ile ekip süper. Sağolsunlar sohbetlerine davet ediyorlar. Gece 22, yat borusuna kadar çok güzel bir sohbet ve müzik ziyafeti...

Akşam 22:36 itibariyle gözlerimi yumarken, 35 km yol yürümüş olmanın mutluluğunun yanında Fenerbahçe'min Partizan karşısında aldığı galibiyetin zevkini de yaşıyorum. Yorgun değilim, o kadar ilaç boşa taşınmış olacak umarım... Aslında çok güzel başladık biliyorum ama yolun geri kalanı konusunda keşke bu kadar umutlu olmasaydım? :(


Not: Umarım en kısa sürede 2. günü yazabilirim. Kusura bakmayın tekrar. Söz, bu kez tarih dersi yok :)
Kendinize iyi bakın...

FOTOĞRAFLAR >
(Daha önce söylediğim gibi aynı fotoğrafları paylaşmaya devam. Aşağıdaki 1. bölümü görmeyenler için:)

Fotoğraf albümü için tıklayın (Hepsini görmek için):
http://s240.photobucket.com/albums/ff299/XtrmPrgrmmr/Trekking/2008/IstiklalYolu%20-%2020080825/

Fotoğraf turu (genel bakış):


Not 2: Yorumunuz ve/veya eleştiriniz olursa okumaktan çok mutlu olurum. Düzeltmelerinize şimdiden çok teşekkürler...

Wednesday, September 03, 2008

İnebolu - Kastamonu Atatürk ve İstiklal Yolu Yürüyüşü (25.08-31.08.2008) - 1

"Çılgınlık!".

Sanırım biz Kurtuluş Savaşı'mıza hazırlanırken Yunan, İngiliz, Fransız, İtalyan, vb. işgal kuvveti komutanları da bizimle aynı fikirdeydi... Çılgınlık. Bir taraftan baktığınız zaman Ağustos sıcağında 100 km'ye yakın bir yolu İnebolu'dan Kastamonu'ya yürümek en hafif haliyle Çılgınlık olarak tanımlanabilir.

Ancak bizler üzerimizde son model kıyafetler, ayağımızda özel ayakkabılar, yiyeceklerimiz getirilir, çadırlarımız araçlarla taşınırken ve Ağustos sıcağında yürümekteyken çılgınsak; üzerinde giyecek kıyafet, yanında yiyecek-içecek olmadan, kucağında bebeğiyle OLMAYAN yollardan Ankara'ya silah ve mühimmat taşıyan Şerife Bacı'ya hangi sıfatı yakıştıracağız? Aslında Turgut ÖZAKMAN, bizler ve belki de işgal kuvvetleri komutanları, hepimiz aynı fikirdeyiz ve haklıyız da. Bu Türkler'in yaptığı çılgınlık olmalı. Mantıklı görünseydi, herkesin yapabileceği birşey olsaydı, zaten işgal kuvvetleri İnebolu'ya çıkan silahları durdurmak için daha önceden uğraşırdı. Ancak mantıklı gelmemiş olacak ki, uzunca bir zaman bunu bir insanın, bir milletin yapamayacağını düşünmüşler ve engel olmaya çalışmamışlar. (Ve aslında Türk'lerin bunu yapa-CAK kadar çılgın, yapa-BİLECEK kadar güçlü olduğunu farkettiklerinde çok geç kalmışlardı.)

(Ara not: Aslında sonrasını önceden yazdık. Aslında giderken hiç bunları düşünmüyordum. Ve şu anda zaman çizgisi ve mantık çizgisinden hangisi bu yazıya gidecek bilemiyorum. Ama çok karışacak bilsem de böyle mantık çizgisiyle giriş yapıp zaman çizgisine geri dönüyorum. Arada mantık çizgisine dönersem kusuruma bakmayın.)

Evet, aslında yola çıkarken, fikirler şunlardı: İlk kamplı yürüyüşüm, ilk çadır deneyimim (küçüklüğümde babamın kurdukları hariç), ilk Karadeniz turum, DEDAK ile uzun turum, ilk uzun yürüyüşüm, ilk, ilk, ilk... Otobüse giderken diyorum ki, çanta biraz büyük oldu. Sanırım turun en büyük çantalı adamı benim :) Gerçi Mustafa abi ve Şahin agamın (müsadenizle? :) ) yazdığı listeye göre çantada az bile malzeme var. Ama nedense dev gibi oldu. Neyse, sırtlandım, korka korka DEÜ Sabancı Kültür Merkezi'ne seğirttim. Ve rahatlama. Benden büyük çantalı, çuvallı, bavullu yürüyüşçüler alanı doldurmuş. Sanırım olacak bu iş. 18:30'da gelecek aracı bekliyor. Bir yandan sohbet ediyoruz. Araç 19:15'de geldiğinde, herkeste belirli bir sıkıntı oluşmaya başlamıştı bile. Malum yolumuz uzun, 15 saate yakın. Ne kadar geç çıksak, o kadar geç varacağız. 19:30 gibi aracımız hareket ediyor. Bu arada ben de ilk notlarımı alıyorum. :) Beni tanıyanlar "başladın yine" derken, tanımayanlar sanırım kim bu manyak diyor... :)

20:00'da Bornova'dan yolcularımızı alıyor ve artık net olarak yola çıkıyoruz. Sırayla Kula, Afyon ve Ankara molaları. Uykulu gözlerle çok da anlatacak birşey yok. Belki de tek hatırlanacak konu, tüm yolcuların dakikasında araca yerleşmesi ve şoförlerimizin gelişini beklememiz :) Normalde yolcular sallanır ama ne disiplin ki, tüm yolcuları hazırladık, hepimiz yerleştik, şoförleri bekledik. :) Ayrıca bir de sabah Ankara molasındaki armutlar var ki, tam komedi. Sabahın 07:30'unda kim armut ister? (Dağcılar hariç tabi :) ) Ankara'da mola verdiğimiz yerde sabahın yedisinde bir sandık armudu bitirdiler. (Ya, tüm dedikoduları anlatmasam mı? ;) )

Artık herkes uyandı sayılır. Ankara'dan sonrasını muhabbetle geçeceğiz. Konuşmayı da pek sevmem ama? Oturduğum yer çok fiyakalı. Arka (orta) kapının önündeyim. Çöpün yanındayım. Etrafım sırf muhabbet gibi. Arka tarafa da yakın. Yani havadar, möbleli, leb-i derya, kirası da uygun kısacası. Yol boyunca Halim abi'nin anıları (ki Köpük ve Çilingir hikayelerini ondan dinlemelisiniz :) ) ve Karadeniz havaları ile neşeli bir yolculuk yapıyoruz. 10:30'da Ilgaz'da, Kastamonu il sınırında su molası veriyoruz. Burada ilk sarı tabelamı görüyorum. Aslında yine burada bu sarı tabelanın ne anlama geldiğini bilmiyorum. Bir yön Kastamonu, diğeri Ankara. Burada bahsederken söyleyelim; yürüyeceğimiz yol aslında İnebolu-Ankara yolunun bir parçası ve henüz İnebolu-Kastamonu arası tanımlı. Yolun tümü tabelalanmış. Düzenlemesi, hazırlığı yapıldıkça tabelalara kilometre yazılıyor ve Kastamonu'dan Ankara'ya kadar olan bölümün kilometreleri gelecek yıla hazırlanacaktır umarım.

Neyse, burada gezimizin ilk ve belki de en önemli olaylarından birisi geliyor. İzbeli Konağı'na geliyoruz. İzbeli Konağı sanırım Kastamonu bölgesine giden herkesin uğraması gereken bir yer. Bir teyzemizin konağı. Orası bir asker ocağı, bir sipahi ocağı. Teyzemin tarihinde işgal kuvvetlerinin yerleşmesi sonrasında ülkemizi terk edin telgrafını çeken üç kadınımızdan birisi var. Bu köşk ve topraklar zamanında Osmanlı'nın önemli askerlerini yetiştirirken, sonrasında böyle cesur vatansever bir aile yetiştirmiş. Uzun uzun anlatmayacağım. Zaten İzbeli ailesi mensubu teyzemiz kadar da güzel anlatmam mümkün değil. Gidip yerinde teyzemden dinlemeli, o muhteşem kahvaltı sofrasında kahvaltı etmeli, o Osmanlı evini yerinde görmelisiniz. Hatta burada reklamını da yapalım, teyzemize borcumuzu biraz ödeyelim, görmeyen çok şey kaybeder; İzbeli Çiftliği (Sabiha İzbeli) Ankara Yolu 5.km'de Kavacık Köyü / KASTAMONU... Hatta Telefonu: 0532-5757752 / 0366-2443645...

Neyse uzatmayalım. Burada yapacağımız yürüyüşün Kastamonu ayağını düzenleyen, yüklenicimiz Ziver bey karşılıyor bizi ve Kastamonu'ya kadar eşlik ediyor. 12:45'de Kastamonu'ya varıyor, kısa bir bilgilendirmeden sonra 2 saatten uzun sürecek serbest şehir turumuza başlıyoruz.

Kastamonu, güzel, sakin bir şehir. Aslında Avrupa'da gördüğüm, tarihin korunduğu, işlendiği, (ve hatta satıldığı (hediyelik eşyalarla, lokantalaştırma/ otelleştirmeyle, müzeleştirmeyle, vs.)) ve sevildiği şehirlere benziyor. Rıfat Ilgaz'ın okulundan, Etnoğrafya müzesine (Liva Paşa Konağı), Osmanlı Konağı'na (Kastamonu Müzesi) kadar, bizim gezip görmediğimiz birçok yer ile tam bir tarih noktası Kastamonu. Müzeleri dolaşıyoruz ama benim zevkim değildir müze gezmek, işin aslı. Yukarıda Kastamonu kalesini görüyorum, içim gidiyor. Ben İsmail (ÇORBACI) abiyi gazlıyorum, o beni gazlıyor. Çevremizdekiler saatin 2sinde, güneşin altında dağın tepesinde ne işiniz var diyor. Şansımıza Barış (Zirve dağcılıktan) geliyor, kaleye gidecek var mı diyor da, gaz ekibi tamamlanıyor, yürüyüşe başlıyoruz. 3'de otobüs hareket edecek, 80 dakikamız var. Yolda soruyoruz birisine nasıl çıkacağız diye. Bize 45 dakika tırmanacaksınız diyor :( Ve tabi haklı çıkıyor. Merkezden 15 dakikalık bir yürüyüş sonrası kalenin zirvesindeyiz ;) ;) Biraz fotoğraf çekip otobüse 40 dakika kala iniyoruz. Yol boyunca aklımda buz gibi bir ayran var. :) Herhalde Karadeniz'de Karadeniz pidesi yapıp, ayran çalkayan :) bir yer vardır diyoruz, çarşıyı tura başlıyoruz. Sonunda merkezdeki camiye bakan, üzerinde kocaman Karadeniz pidesi tabelası olan bir yer buluyor ve uzun zamandır içtiğimiz en güzel ayranı içiyoruz. (Hem de 50 kuruşa, belli etmeyin :) )

3 gibi yola çıkıyor. Yarım saat sonra bizim gibi Zafer bayramı etkinlikleri kapsamında tur atan bisikletlileri izliyoruz. Hem de yaklaşık birbuçuk saat süren bir bisikletli bekleyişi sinir de bozsa, moralimizi bozmuyoruz, muhabbetimize bakıyoruz. 6'da İnebolu'ya girene kadar aslında çok güzel manzaralar kaçırıyorum :) Zira dayanamıyor, uyuyakalıyorum. :) (Gerçi yürüyerek dönerken hepsini görüyorum) İnebolu'da bizi Kız Yurdu'nda misafir edecekler. 3 ranzanın bulunduğu odaya 4 kişi yerleşiyor, temel ihtiyaçlarımızı giderip Yakamoz lokantasında hediye edilen akşam yemeğimizi yemeye gidiyoruz. Burada hayatımda ilk kez Karadeniz'i görüyorum ve görülmesi gerektiğini ben de farkediyorum. Size de birkaç resmini getiriyorum. Ve Karadeniz havası attığı birkaç damla yağmurla bizi korkutmayı başarıyor. Ertesi gün başlayacağımız yürüyüşü de düşünerek 21:30'da lokantadan ayrılıyoruz. Üçümüz de yürüyelim, araca binmeyelim istiyoruz ve yola revan oluyoruz...

Yolda bir bakkala uğruyoruz, İsmail abinin alacakları varmış. Üzerimizdeki DEDAK tişörtüyle belki, belki de yabancı duruşumuzla bayan misafir olup olmadığımızı soruyor. Belki biliyorsunuzdur diyip İstiklal Yolu'ndan bahsediyoruz. Aslında okumuş ve tvde izlemiş ama inanmamış bayan. O yol diyor yürünmez. Dağlar diyor geçit vermez. (Aslında hiç mi işiniz gücünüz yok da diyecek ama sanırım o kadarına utanıyor :) ) Yok diyoruz, bizler bu iş için tecrübeliyiz, yürürüz diyoruz. Pek inanmasa da kolay gelsin diyor. (İç ses: Aslında bu gelişimimizi (!) gösteriyor. Bu bayan da İnebolu'lu, sonra anlatacağım, girişte bahsettiğim insanlar da İnebolu'luydu. Eskiden, o şartlarda Kastamonu'ya yürümek mümkündü(!), artık dağlar geçit vermiyor. Eeee, Küre dağları aynı Küre dağlarıysa, şimdiki İnebolu'luları engelleyen bu dağlar nereden çıktı peki? (ve peki o dağlar benim kafamda niye oluşmadı? Kim kurdu ki bu dağları da artık İnebolu Anadolu'ya yürüyemeyeceğine inanıyor?) Bilmiyorum, bilmiyorum?)

Akşam saat 22:30 oluyor. Uyuma zamanı, ranzanın üst katına baktıkça aklıma 21 gün de olsa geçen acemi eğitimim geliyor. Garip duygularla uyuyorum.

Not: Kusuruma bakmazsanız, bu yazıyı yazmak bile 3 saate yakın zamanımı aldı, biraz ara veriyorum. Hem de size okurken sıkıntı vermesin. Sabah kalkıp İnebolu'dan ayrılacağız ama bunları da haftasonu yazayım müsadenizle...

Not 2: Fotoğrafları, bu yazı dahil, her yazının altına koyayım diyorum ki, hangisine bakılırsa fotoğraflar görünsün. Bu yüzden her yazı parçasında aynı fotoğraflar olacak. Bir kez baktıysanız, tekrar tekrar bakmanıza gerek yok :)

Not 3: Yorumunuz ve/veya eleştiriniz olursa okumaktan çok mutlu olurum. Düzeltmelerinize şimdiden çok teşekkürler...

Fotoğraf albümü için tıklayın (Hepsini görmek için):
http://s240.photobucket.com/albums/ff299/XtrmPrgrmmr/Trekking/2008/IstiklalYolu%20-%2020080825/

Fotoğraf turu (genel bakış):